TANZANYA-ZANZİBAR GÜNLÜKLERİ
I
Afrikanın göbeğine doğru yol alıyoruz… Nam-ı diğer çöllerin anası Sahra Çölü’nü boydan boya katederek yolumuzun yarısını tamamlıyoruz… Sonra Ekvator bölgesine yaklaştığımızı hissediyoruz. Zira uçağımızdaki dijital harita artık yeşil alanları gösteriyor. Çölün üstündeyken uçağın camından dışarı bakınca ışıksız, derin, bulutsuz ve kasvetli bir karanlık hep bizi karşılarken, yeşillik bölgelere yaklaştıkça dışarı baktımızda artık zeminde ışıklı yerleşim merkezleri görülebiliyor… Sahra’nın semalarından çıktığımızı ve yeniden hayatın neşv-u nema olduğu tropikal ormanların semalarında ulaştığımızı artık hissedebiliyoruz. Çünkü uçağın camından bakınca artık küme küme bulut karşılıyor bizi… Öyle ki, uçağımız bir buluttan çıkıp zıpkın gibi diğer buluta giriyor…
Üzerinde bulunduğumuz torpikal bölgenin koynunda yer yer göller olduğunu uçağımızın dijital ekranındaki haritalardan görebiliyorum. Birbirine yakın irili ufaklı göller bana Anadolu’daki Yedi Göller yöresini çağrıştırmadı değil…
Ama, önemsizmiş gibi görünen bu detayı burada yazıya dökecek kadar hatırımda kalmasının asıl nedeni bu değil. Asıl nedeni şu ki, semalarında olduğumuz önemli yerleşim bölgelerinin birisinin adının “GONDER” olması.. Bu kelime bana nedense bayrak gönderini hatırlattı. Bunun üzerine düşünmekte iken ve notlarımı almaktayken şaşkınlığım daha da arttı…
Çünkü aşağıda oldukça büyük başka bir göl bizi karşıladı… Gölün adı ise “TURKANA” idi… Doğrusu bu detay oldukça beni çok şaşırttı.
Ekvatoru geride bırakmıştık artık. İneceğimiz Darusselam Havalanı’na 1000 km. yolumuz daha vardı ve uçağımız TURKANA gölünün semalarından geçerek yol alıyordu. Bu iki yer adı üzerine daha sonra araştırma yapmak üzere yolculuk notlarımı tamamladım.
Son bir not da Türk Hava Yolları’na… Hizmet ve konfor mükemmel. Hayatım boyunca birçok havayolu şirketi ile uçtum. Ama Türk Hava Yolları bambaşka… Ülkemiz adına gurur duyabileceğimiz bir marka… Ülkemizin büyüklüğünü gösteren dev bir marka. Afrikanın göbeğine ve Ekvatorun alt sahanlığına hergün düzenli seferler yapabilecek kadar sağlam mali yapısı ve lojistiği olan bir şirket. Yabancı yolcuların sohbetlerine kulak misafiri olup ve beden dillerini de gözlemlediğinizde bu konuda haklı olduğunuzu rahatlıkla görebiliyorsunuz…
II
Sorunsuz bir inişten sonra sabaha karşı 04.00 sularında Darüsselam’a ulaştık. Gümrük işlemleri biraz abartılı beldi bana… Basit ama çok basamaklı ve gereksizce aşama aşama bir oraya, bir buraya gidiyorsunuz.
Gümrük Polisi dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da suratsız ve soğuk… Demem o ki, büyük bir ülkeden az gelişmiş bir ülkeye geldiğiniz için güler yüz bekliyorsanız yanılıyorsunuz… Hep aynı soğuk yüzler… Ezcümle, devletin çatık kaşı karşılıyor sizi…
Neyse gerekli işlemler tamamlanınca pasaportları bizden toplayan ve sonra da hızlı vize verip, işlemleri tamamlananları isim isim okuyup kontrol noktasından sonra başka bir yerde dağıtan bir kişi çığırtkan sesiyle tek tek isimlerimizi okuyor…
Sonunda benim adım da okundu. Kalkıp o görevliye yöneldim ve pasaportumu alırken yetkili kişi nedense duraksadı. Fotoğrafıma baktı. Parmağını adımın üstüne götürerek adımı “Mehmet” diye okudu. ‘Doğru mu okudum’, diye sordu. Sonra bu adı ilk defa duyduğunu ve anlamını merak ettiğini sordu. Kendisine Türkler “Muhammed” adının Türkçe transkripsiyonunda “Mehemmed” veya “Mehemed” olarak okunduğunu ve zamanla bu adın “Mehmed” olarak kabul edildiğini, aslında adımın “Muhammed” olduğunu söyledim.
Yetkili çok mutlu oldu. Sıradışı bir şekilde gülümsedi. “Muhammed” adını telafuz ettiğim için ‘Selavat-ı Şerife’ getirerek küçük bir duâ mırıldandı. Teşekkür etti ve pasaportumu bana teslim etti.
O zaman ben de gülümsedim. Böylece müslümanların da yaşadığı bir ülkeye geldiğimizi daha hudut kapısındayken anlamış oldum.
III
Bavullarımızı alıp dışarı çıktık. İlk izlenimim sauna etkisi… İnanılmaz bir nem ve sıcak… Etrafımızda bizleri sevinçle karşılayan sivrisinekler…
Sıradışı bir koku… Yağla, suyla ve toprakla karışıp sonra da kurumuş olan bir kumaş parçasının kokusu heryerde… Nem gizli bir postacı gibi herşeyin kokusunu birbirine karıştırmış.
Ağırlık çoğrafyanın üzerine sinmiş. İnsanların beden dilinde ağırçekimli hareketler… Yorgunluk.. Bıkkınlık.. Bunalmışlık…
Bir de merak dolu bakışlar…
Evet! Beyaz insanlar olarak, meraklı bakışlar üzerimizde… Kıbleyi ve mescidi soruyor birkaç arkadaşımız… Bir taraftan da güneşin doğmasını bekliyoruz… Zamanla bakışlar güven ve hayranlık bakışına evriliyor… Akabinde ise, bir anda para ya da bahşiş beklemeksizin yardım etmeye çalışan insanlar çoğalabiliyor etrafımızda…
İnsanlar inanılmaz fakir… İlk göze çarpan sıkıntı, temizlik ve tuvalet kültürü… Tuvaletlerin temiz olmaması çok büyük bir problem. Mutfağı bize çok uzak. Yemeklerini denemeye bile cesaret edemedik. Yanımızdaki kahvaltılıklarla yola devam ediyoruz.
Çok şükür yanımıza bizi karşılamaya gelen Dr. Abddurrahman Said vasıl oldu. Türkiye’de Tıp eğitimi almış ve güzel bir türkçesi olan çelebi meşrep bir arkadaş. İnanılmaz mütevazi. Bizden 1-2 yaş küçük ama engin gönüllü. İçten. Samimi. Yardımsever. Her sorumuza içtenlikle cevap veriyor. Gün doğunca, bizi alıp şehri gezdirmeye başlıyor…
Darüsselam’da hayat daha karanlıkken başlıyor… Atardamarı olan tek bir anayolu olduğu için şehrin kendi evsafında bir trafik sorunu var. Ama İstabul’daki metrobüs hattına benzer bir proje kapsamında ayrık yol yapımının devam ettiğini yerinde gördüm.
Ezan sesi duymak insana hûşû veriyor. Ülkenin %40’ı müslüman.. Belki bir o kadar da Hırıstiyan var… Geriye kalan %20’lik kısım ise yerel kabile dinlerinden müteşekkil.
Ama özgün bir ülke… Türkiye dışında Hırıstiyan ve Müslümanların savaşmadan ve çatışmadan yaşadığı ender ülkelerden birisi diyebilirim. Ama kolonizasyon ve misyonerlik bağlamında her iki dinin aralarında örtülü ve kıyasıya bir mücadele olduğunu görmek pekala mümkün. Ama pek çok konuda olduğu gibi, İslam dininin temsilcileri bu konuda çok gerideler ve bölgeye yakın tarihinden beri ilgisizler.
Arap ligi de bölgeye ilgisiz… Türkiye’nin ise, bölgede son 5 yılda daha da ivme kazanan önemli çalışmaları var. Ama Hırıstiyanlık ve AB ülkeleri bu konuda maddi yatırımlar ve projeler konusunda maalesef açık ara öndeler…
Tanzanya yönetim olarak biricik. Birleşik devletler gibi içersinde eyaletler gibi farklı özerk bölgeleri barındırıyor. Önemli bakanlıkları ortak. Ama diğer bakanlıklar ve milli meclisler ise otonom bölgelerde bağımsız ve tamamen yerel. Tarafları tam anlamıyla memnun etmese de, bu durum, çatışmasızlık ortamını pekiştirdiği ve birlikte yaşama kültürünün sürdürülebilirliliğini desteklediği için çok da rahatsız olunan bir konu değil.
İnsanların politikaya ilgisi az. Politika ve siyaset zenginlerin işi. Ülkenin zenginleri ise Arap ve Hind azıklıklar. Sınıflar arasında katı bir kast sistemi yok. Azınlıklar dışında hemen herkesin sosyo-ekonomik düzeyi eşit ve düşük olduğu için ekonomik koşullar üzerinden bir muhalefet de kültürü yok denebilir. Bu konuda siyasal aklın tam olarak oluşmadığı veya beşeri kültürlemeyi bir ekin olarak düşünürsek, hasad zamanına veya demokrasi bilincinin meyvelerini toplamaya belki 20-30 yıl daha varmış gibi görünüyor.
Siyasal organlara katılım, temsil, sosyal devlet, bireysel haklar ve özgürlükler, sermayenin bölüşümü, dezavantajlı kesimlerin korunması, eğitim ve sağlık güvencesinin sistemik olarak oturtulması için sanırım epeyce on yıllara ihtiyaç var.
Ama şu gözlemimi de paylaşmak isterim. Buraya, Sosyalizm ile İslamın örtüşük olarak devlet yönetimi geleneğinde işlerlilik kazandırılmaya çalışıldığı labaratuvar bir ülke de denebilir. İslam Sosyaliz’mi demek iddialı olabilir ama burada Siyasal İslamın ortaya çıkmamasını, İslâmın yeteri kadar devlet organlarında temsil edildiğine bağlayabiliriz sanırım.
Mezhep zenginliği de var… Yaptığım medrese ve camiî ziyaretlerinde oralardaki âlimlerle ve hocalarla uzun uzadıya sohbet etme imkânım oldu. Mezhep olarak Hanbeli mezhebindeler… Daha sonra ikincil olarak Şafîlerin güçlü olduğunu yerinde tespit edebildim. En başta, İsmaili mezhebinin çok güçlü olduğunu düşünüyordum ama bu konuda yanılmışım. İsmailiye mezhebi, yukarı Afrika’da ve tarihte belki yer yer güçlü olmuş ama şimdilerde oldukça azınlıkta ve demek ki buraya kadar nüfuz edememiş.
Ancak, biraz önce değindiğim gibi, bölgede İslam Sosyaliz’mi doktrinin ise modernlik öncesi tarihsel kökleri olduğunu düşünmüyorum. Bu devlet hafızasının, Zenc İsyanı ile başlayan Karmatilerle zirve yapan İsmailiye mezhebinin bölgeye kazandırdığı tarihsel bir arkaplana yaslandığını zannediyorum.
Son olarak eğitim konusuna da değinmek isterim. Ülkede ikili eğitim var. Biri ‘formel’, yani ‘örgün’ eğitim. Diğeri ise ‘informal’, yani ‘yaygın’ eğitim. Ama enteresan olan, ikisinin de aynı zamanda ve aynı yaşlarda iç içe gerçekleştiriliyor olması. Yani, durum ülkemizden çok farklı. Şöyle ki, Sabahçı olan çocuklar sabahleyin devlet okullarına gidiyorlar. Eğitim ücretsiz. Öğretmenler 200-300 USD maaş alıyorlar. Öğlen ise okuldan çıkan bu çocuklar, öğleden sonra evlerine en yakın Medrese’ye gidiyorlar. Medresede ise, “Hadis”, “Fıkıh”, “Siyer”, “Arapça”, “Ahlak ve Erdem” derslerini alıyorlar.
Öğlenci olan çocuklar ise sabahtan Medrese’ye gidip, öğleden sonra resmi devlet okullarına gidiyorlar. Yani üniversite düzeyine gelen gençler aynı zaman ilim sahibi bir âlim kadar önemli bir birikime sahip olabiliyorlar.
Program size yoğun gelebilir. Ama burası ekvator bölgesi ve gündüzler son derece uzun ve süresi hiç değişmiyor. Eğitim şartlarını sanırım biraz da çoğrafyanın hafızası belirlemiş. Bir de tutunma psikolojisi ile barınma felsefesi burada katalizör bir etki görüyor. En gelişmiş şehirleri olan Darüsselam da bile vakit geçirilebilecek çok imkan yok. Olsa da bunu göğüsleyecek aile ekonomisi bulunmamakta. Bu devasa boşluğu da eğitim ve öğretim dolduruyor sanırım.
İnanması güç gelebilir, ülkede ama yapacak çok bir şey de yok. Çalışılacak bir yer yok. Ekonomi ve üretim yok. Denilebilir ki tek gelir kaynağı Turizm…
Turizmin olumsuz etkilerini yer yer görmedim değil. Ülkenin belli bölgelerinde gece hayatının yavaş yavaş filizlendiğini ve vahşi kapitalizmin yavaş yavaş ülkenin kılcal damarlarına zerkedildiğini üzülerek söylemek durumundayım.
Meyve ve bitki florasının genişliği belki insanların açlıktan ölmesini engelliyor ama temel gıda malzemelerinin yoksunluğu, halkın belki de 4/5’ünün açlık sınırında ve/veya yoksulluk sınırında yaşadığını söylemek pekâlâ mümkün.
IV
Darüsselam’da Türkiye’mizin büyük elçiliğini de ziyaret ederek, bölge ve ülke hakkında bilgi ve görgülerimizi daha da artırarak pekiştirdiğimizi söyleyebilirim. Sayın Büyük Elçimiz Ali Davutoğlu Bey inanılmaz beyefendi ve mütevazi bir temsilcimiz. Misafirperverliği ve alicenaplığı takdire şayan. Kendimizi gerçekten evimizde hissettik ve büyük bir ülkenin vatandaşı olduğumuzu duyumsadık.
Sayın büyükelçimizin verdiği bilgiler doğrultusunda ülkemizin bu çoğrafyaya artık umarsız davranmadığını, maddi ve manevi desteklerini her zaman buradaki halklara sınıf ve etnik köken ayrımı yapmaksızın sunduğunu ifade etti.
Bölgede, “su kuyusu” ve temiz su konusunun son derece öneme haiz olduğunu da ifade eden sayın büyükelçimiz, bu konuda da bizlere yeni yardım hizmetleri gerçekleştirebileceğimiz hedefler gösterdi.
Ayrıca Başbakanlığımıza bağlı TİKA ile ilişkilerinin son derece iyi olduğunu ve gelecek projelerde birlikte hareket edebileceğimizi ve böylece daha nitelikli sonuçlar alınabileceğini ifade ederek, elçiliğimizin evimiz olduğunu ve istediğimiz zaman gelip misafir olabileceğimizi ve de dinlenebileceğimizi bizlere ifade etti.
Sayın büyükelçimizin eşi Yeşim Davutoğlu Hanımefendi’ye de burada bir bölüm açmak istiyorum. İnanılmaz enerjik ve proaktif bir temsilcimiz. Hanımefendi’nin kendisinde Anadolu’nun anaçlığını, şefkatini gördüm. Yaptığı ve takip ettiği projelerini teker teker konuştuğumuzda kendisine hayranlığımız bir kat daha arttı doğrusu.
Türk kadının uluslararası arenâdaki hamiyetperveliği ve güleryüzü ile bizi karşılayan hanımefendi, söz konusu yardımların doğru adrese ulaşabilmesi için bizlere bir dizi enformasyon desteği de sağladı. Tecrübelerini, şimdiki ve gelecekte projelerini sohbet ortamında bizlerle paylaşarak, eş güdümlü yapılabilecek ilave projelerimiz konusunda tüm kapıları ardına kadar açarak bizleri hem motive etti hem daha da çok cesaretlendirdi. Bu bakımdan kendisine müteşekkiriz ve şükran borçluyuz.
Sayın Hanımefendinin, bizi de hayretle içersinde bırakan ve takdirlerimizi daha da kazanmamıza sebep olan ALBİNO ÇOCUKLARI KÖYÜ projesine de bu vesileyle burada değinmek isterim.
‘Albinizm’ esasen bir hastalık. Binlerce insanı ya da hayvanı etkileyen genetik bir bozukluk olan ‘Albinoluk’, renklenmeyi sağlayan melanin pigmenti yokluğu ya da azlığından kaynaklanıyor. Gözler, deri, saçlar ve bedenin öbür bölümlerini etkileyebiliyor. Beyaz saçlı, çok açık renk gözlü bebekler adeta saydam renkte bir vücutla doğuyor.
Maalesef karakıtanın beyaz çocukları olan Albinolar, Afrika’da lanetleniyor! Cesetleri pahalıya satıldığı için öldürülerek ya da elleri veya ayakları kesilerek büyücülere satılıyor. Bütün bunlar olmazsa, diğer en büyük düşmanları ise güneş...
Sevindirici olan şu ki, Tanzanya-Türkiye büyükelçiliğimiz yeni bir girişimle Tanzanya’nın en büyük kentlerinden biri olan Dar es Salaam’a Albino köyü kuracak. Bu konuda köy ve arazi tahsisatı yapılmış. Çalışmalar, büyükelçiliğimiz tarafından titizlikle sürdürülüyor.
Öte yandan, Tanzanya hükümeti Albinolar konusunda yetersiz. Ülkede bu konuda hiçbir istatistiki çalışma yok. Yani ne sayıları biliniyor, ne nerede yaşadıkları, ne de kaçının cinayete kurban gittiği. Ama bu kamplara bırakılmak da çözüm değil. Kapısında silahlı korumaların beklediği bu kamplarda Albino çocukları belki büyücülere kurban gitmekten korunuyor ama, Albinoların ‘sessiz katil’ dedikleri güneşten korunmaları ise çok daha zor.
Daha da kötüsü Albinoların organları, parmakları, derileri, saçları veya gözleri 100.000 USD karşılığında satılıyor ve büyücülükte kullanılıyor. Eğitimi seviyesi çok yüksek olan Tanzanya’lılar bile, örneğin milletvekili seçilmek ya da başına gelmiş müşkül bir durumunu aşmak için bu paraları ödeyerek bu çocukların kurutulmuş organlarını ceketlerinin ceplerinde tılsım olarak taşıyabiliyorlar.
Maâlesef söylediklerim hayâl ürünü ya da şehir efsanesi değil! İnanılması güç ama durum çok vahim ve dediğim gibi tam olarak aynen böyle.
Hanımefendinin üstün gayretleri, Sayın Büyükelçimizin engin desteğiyle ve devletimizin yardımları ile bu çocukların seri katillerden kurtulabileceklerini ve daha güvenli bir yaşama kavuşacaklarını umuyorum.
V
Sonraki gün Zanzibar’dayız. Mini bir uçakla yarım saatte ana karadan Zanzibar adasına Darüsselam Havalanı’ndan kalkarak ulaştık. Adanın nüfusu kesin olmamakla birlikte 2 milyon civarında. İnanılmaz yeşillikle donanmış olan ada yüksek nemi ve kafa derimizi dahi yakan ve sürekli vücudumuzu terleten tarifsiz sıcağı ile karşılıyor bizi. Halka baktığımda son derece fakir ve ağır hareket eden insanlar. Buradaki fiziki güzellik anlayışınızda birkaç gün içinde değişiyor. Gözlemledikçe insanların ışık saçan gözlerini, güleryüzlü olduklarını, atletik bir fiziğe sahip olduklarını ve son derece güzel ve mütanasip yüzlerinin olduğunu farkediyorsunuz.
Denilebilir ki, adadaki insanlar daha pozitif. Darüsselamın ve şehrin dağdağası burada yerini dinginliğe bırakmış. İnsanlar daha güleryüzlü, dindar ve çok daha ilgililer. Şehir merkezi çok küçük. Sömürge dönemlerinden kalma taş binalar olduğu için merkeze ‘Stone Town’ adını vermişler. Oteller çoğunlukta. Adanın tek gelir kaynağı turizm diyebilirim. Özellikle Hintlilerin ve Çinlilerin tercih ettiği bir turizm destinasyonu. Nadir de olsa Avrupadan turistler var. Oteller temiz ve hizmet ortalamanın üstünde diyebilirim. Ama yemekleri, damak tadı ve mutfağı bize çok çok uzak. Kullandıkları bitkisel bir yağın ağır kokusu sizi yemeklerden bir anda uzaklaştırıveriyor. Yanımızdaki kahvaltılıklarla idare etmeye ve otelin açık büfesinden sadece torpikal meyveleri yemeye dikkat ediyoruz. Odamızda kendi çayımızı yapıp kahvaltının tadını çıkarıyoruz.
Programımız çok yoğun olduğu için denizin tadını çıkardığımız söylenemez. Sabahın çok erken vaktinde uykudan fedakârlık yapabilen bazı arkadaşlarım denizen tadını çıkarmışlar. Ancak günün sonunda ve geç bir vakitte ben de Hint Okyanusu’nda denize girme fırsatını yakaladım.
Okyanus suyu inanılmaz tuzlu. Gözlerinizi yakıyor. Genzinize kaçmaya görsün. Yüzme sırasında keyfiniz tamamen kaçıyor ve öksürük nöbetlerine dönüşüyor.
Kumu ise harika. Hayatımda böyle mükemmel bir kum görmedim. Kristal gibi ışıl ışıl ve tane tane… Ayrıca burada çıplak gözle gözlemleyebileceğiniz gelgitler de oluyor. Sabırlı iseniz, denizin gün içersinde 5-6 metre çekildiğini ve sonra tekrar ilerlediğini görebilirsiniz.
Adanın önemli notalarından birisi de baharat bahçeleri…. Tüm tropikal meyveleri ve bitkileri burada görmek ve tatmak mümkün.
Ada halkı, daha önce söylediğim gibi anakaraya göre çok daha fakir. Köy ziyaretlerimizde bunu yerinde gördüm. Gıda yardımımızı teslim almaya gelen köylüler, köyün okulunda ya da camiisinde toplanarak bizi bekliyorlardı. 3 köy ziyaretimiz oldu. Yaklaşık 200 aileye gıda yardımı yaptık. Yerli halk bizi beklerken en güzel ve en temiz kıyafetlerini giymişlerdi. Doğrusu, bu durum beni oldukça duygulandırdı….
Bu sırada, tercümanın yönlendirmesiyle hepimize birkaç cümlelik söz verildi. Sesimizi ve düşünlerimizi merak ediyorlardı. Sıra bana geldiğinde “Size gönlümüzde yer açtık ve size misafir olarak geldik. Siz de bize gönlünüzde yer açın ve bizi gönlünüzden çıkarmayın..”, dedim. Tercümanımız sözlerimin çevirisini yapınca, köylüler hep birlikte başlarını salladılar, gülücükler gönderdiler, yakınımda olanlar ise bana kucak açtılar… Doğrusu duygusal anlardı…
VI
Adada yetimhaneler oldukça fazla. Ebeveynler çok basit hastalıklardan dolayı erken yaşlarda vefat ettiğinden çocuklar bir ânda sahipsiz ve kimsesiz kalabiliyorlar.
Gerek ülkede gerekse adada sağlık sistemi henüz tam olarak oturmamış ve çok çok geride. Burada sağlık hizmetleri ve ilaç tedariki konusunda yapılacak çok işler ve katedilecek çok uzun mesafeler ve aşamalar var.
Bu arada, Dahiliye kliniklerinin ve servislerinin tadilatını yaptığımız, acil servisine de oksijen sağlayıcı dev üniteyi kurduğumuz ve ayrıca da ilaç yardımı yaptığımız Mnazi Mmoja Hastesi’ne de değinmek istiyorum. Maalesef hastane yeterince steril değil. Havalandırması yok. Mikroplar havada uçuşuyor. Birbiriyle ilgisiz ve birbiri için tehlikeli olabilecek hastalar aynı koğuşta yatıyorlar. Bizim tadilatımızla koğuşlarda oda sistemine dönüldü. Ayrıca kliniklere ve servislere yeni boya yapılarak yeniden ortam dezenfekte edildi. İlaç temini ise burada büyük sorun. Yanımızda güç bela getirebildiğimiz 7-8 koli ilacın bir süre de olsa bu hastaneye nefes aldırabileceğini umuyorum.
Köylerde ise tarım ve hayvancılık yaygın. Adada hiç köpek görmedim. Bu biraz tuhafıma gitti. İneklerinin boynunda kakıklık diyebileceğim büyükçe bir yağ bezesi var. Keçi ve koyun da bulunabiliyor adada. Evler ise tek katlı. Bitki kurularından yapılmış çatıları var. Yerli halk kendi imkanları ile çamuru yoğurarak elde ettikleri kremitlerden yapılmış evler de inşâ ediyorlar. Kremit fırını göremedim ama kanaatimce çamura özel bir madde katarak güneşte kurutup bu kiremitleri elde ediyorlar. Bizim Anadolu’da, ‘yığma’ dediğimiz bir metodla tek göz ya da iki göz oda inşa ederek kendilerine böylece konut ediniyorlar. Daha yüksek köylerdeki evler ise tamamen ağaç, lif, yaprak ve dallardan yapılıyor.
Bu bölgede, yılın hemen her ayında yağmur görülebiliyor. Mevsimler sıcak ve nemli olduğu için burada konutları ısıtma problemi yok. İnsanların ve özellikle çocukların ayakları yalınayak. İnsanların ayaklarına baktığımda, ayak tabanlarının hafifce evrimleşmiş ve nasırlarmış şekilde genişlemiş olduklarını ve yeri tam anlamıyla kavrayan bir fizyonomiye evrildiklerini rahatlıkla görebiliyorum.
VII
Bu seyâhatnâmemde Masailer’e de yer vermeliyim sanırım. Son derece uzun boylu, biçimli, yakışıklı, atletik, karizmatik, savaşçı, sert mizaçlı, elinde mızrağı ya da pala diyebileceğimiz büyük bıçağı ile dolaşan, sadece kendilerinin giydiği özel bir renkte ve dikimde olan kıyafetleri ile kabalıklar arasında mağrur ve kimseyi umursamadan yürüyen savaşçı bir kabile.
Gözlemleyebildiğim kadarıyla hemen herkes onlardan çekiniyor. Kendilerinin fotoğrafını çekmek istediğinize size saldıran, taş atan veya sizden parasını isteyen hatırsız ve fütursuz insanlar. Güleryüzlü değiller. Hayranlık uyandıran bir fizikleri ve boyları var. Avcılıkla geçiniyorlar. Yol kenarlarında pişirdikleri etleri satarak ya da sadece çiğ et satarak gelir temin etmeye çalışanları da var. Ama bu konuda da hiyerarşileri var. Görevlendirilenler tek–tük bu işi yapıyorlar. Çoğunluğu ise avcılıkla ve kabilenin tarım veya hayvancılık işleri ile uğraşıyorlar. Kabile üyelerinin bazıları da koruma, eskortluk ya da klavuzluk yaparak gelir temin etmeye çalışıyor.
Bu kabile, endogami diyebileceğimiz sadece kabile içi evlilikler yapıyorlar. Yerel bir kabile dinlerine sahipler. Semavi bir din olmasa da Tek Tanrılı bir dine inandıklarını güçlükle öğrenebildim. Maasailerin bir kısmı Hıristıyanlığa geçmiştir, ayrıca bir miktar Müslüman da bulunmaktadır.
Masailerin, beyaz adamı sevdikleri söylenemez. Zaten biz de onlardan bu olumsuz elektriği aldığımız için diğer yerel halklar gibi biz de Masailerle hiç bir irtibata geçmedik. Klavuzumuza veya şoförümüze bu isteğimizi iletsek te, anlamsız bir dirençle ve kaygılı bir isteksizlikle karşılaştık. Bu nedenle biz de çok üstelemedik.
Yüksek bebek ölüm oranı nedeniyle, Maasailerde bebek 3 aylık oluncaya kadar tam olarak tanınmaz ve bebeğe ad konulmaz. Bir Maasainin yaşamının sona ermesinde ise somut bir tören uygulanmaz. Cesedin toprağa zarar vereceği inancından dolayı, ölüyü toprağa verme işlemi sadece kabilenin büyük şefleri için yapılır. Diğer ölüler için ise, genellikle ceset dışarıdaki vahşi yaşama ve leşçillere terk edilir.
Özetle Masailer ya da Maasailer Tanzanya ve Kenya sınırları içinde bulunan 'Masai Mara' bölgesinde yarı göçebe bir hayat süren yerli halka verilen isimdir. Nilo-Saharan dil ailesine dahil olan Maa dilini konuşurlar. Tanzanya ve Kenya'da yaşayan Maasaileri toplam nüfusunun yaklaşık 900.000 olduğu tahmin edilmektedir. Her iki ülkede uzak köylerde yaşamaları ve yarı göçebe hayat stilleri nedeniyle nüfusları hakkında tam bir tahmin yapmak güçtür.
VIII
Bu kadar imkansızlıklarına rağmen, Afrika ülkeleri arasında yine de iyi durumda olan Tanzanya, işgücü ve insan kaynağını hiçbir şekilde kullanamayan bir görüntü vermektedir. Fabrika ve üretim yatırımları yok denecek kadar azdır. Seyahatlerimiz sırasında 1-2 üniversite kampüsüne denk geldik ama yine de eğitim ile reel sektör arasında direkt bir bağın olmadığı apaçık. 1961 yılında tam bağımsızlığını kazanan bir ülkede henüz bir tıp fakültesi dahi kurulamamış. Şimdilerde, daha yeni bir tıp fakültesinin açıldığı bilgisini edindim. Hastenelerde doktor yok. Ara sağlık personeli, hastanelerdeki yükü kaldırmaya çalışıyor.
Türkiye’mizde eğitim gören doktorların ülkelerine dönerek Tanzanya’da hizmete başladığını yerinde gördüm ve bir nebze de olsa mutlu oldum. Bu eğitimlere öncülük eden ve bu köprüyü İslam Kalkınma Bankası’ndaki görevi sırasında kuran önceki Cumhurbaşkanımız Sn. Abdullah Gül Bey’e bu konuda özellikle şükranlarımızı sunuyor ve Türkiye olarak daha çok Tıp öğrencisinin ülkemizde eğitim almasının önemine değinerek, Tanzanya’ya sağlık ve hijyen konularında ülkemiz insanının desteklerinin artarak devam etmesini ümid ediyorum.
Bizim gezimiz yardım amaçlı ve de sıkı bir programa tabii olduğu için gözlemlerimi ancak bu kadar derleyebildim. Ancak bu ülkeye sadece turizm amaçlı gidildiğinde, özellikle vahşi hayatı yerinde gözlemlemek isteyenler için, Safari deneyimini yaşamak ve denizin tadını tam anlamıyla çıkararak sessiz ve dingin bir adada tatilini yapmak isteyenler için Tanzanya ve Zanzibar pekâlâ benim göremediğim çok daha güzel yüzünü misafirlerine gösterebilecektir.
Bu konuda umuyorum karamsar bir tablo çizmemişimdir. Tatil kültürü olanlar, yeni lezzetler ve görsel şölenler yaşamak isteyenler için, özetle Turizm ve tatil tutkunları için Tanzanya kısmen, ama Zanzibar kesinlikle çok güzel ve yerinde bir tercih olabilecektir diye düşünüyorum…
Umarım birgün yolunuz oralara düşer….
Saygılarımla,
Mehmet Hakan Alşan
Altın Oran Derneği
Kurucular Kurulu Üyesi